More Cool Stuff At POQbum.com


BURCU MANDIRACI  
 
  3 Nisan Ekonomi Haberleri 16.03.2025 20:33 (UTC)
   
 

 Ya “yargı-hukuk darbesi”; Ya “daha fazla demokrasi”...

Kim ne derse desin, AKP’yi kapatma davâsı süreci, içeride dışarıda “yargı darbesi” ya da “hukuk darbesi” damgasını yedi. Türk siyasi tarihi ve demokrasi tarihimize bu sıfat ile kayda geçti. “Siyasileşmiş yargı”nın siyaset alanına, siyaseti doğal mecrasından çıkartacak, Avrupa normlarıyla, demokrasi ölçüleriyle kabul edilemeyecek, Türkiye’yi siyasi istikrarsızlığa sürüklemesi ve ekonomi üzerinde tahribat yapması kaçınılmaz bir “müdahale”si gerçekleşti.


Bu, Türkiye’deki demokratların “teşhis”i olmanın ötesinde. Bu konuda, içte-dışta bir “konsansüs” mevcut. Fransa’nın saygın Le Monde gazetesi, dün, AKP’yi yasaklamanın “gerçek bir hukuk darbesi” olacağından söz etti. Amerikan Newsweek dergisi son sayısında “Call it a Coup” (Buna Darbe Deyin) başlıklı bir makale yayınladı.

Elimde, bir başka ve önemli bir Amerikan dergisinde yayınlanmak üzere  Washington’un en etkili Türkiye uzmanlarından biri tarafından kaleme alınmış olan bir makale var. Makale, “A Changed Relationship” (Değişmiş bir İlişki) başlığını taşıyor ve yeni seçilecek Amerikan Başkanı’nın masasının üzerinde nasıl bir Türk-Amerikan ilişkileri bulacağını inceliyor.

Söz konusu makalenin şu paragrafını izleyelim:

“Son olarak, Türkiye’nin keskin bir iç politika gelişmesine ilişkin önemli bir son gelişme re Amerikan-Türk ilişkilerine ciddi olarak zarar verebilir ve Türkiye’nin AB’ye katılım çabalarını baltalayabilir. Türk Anayasa Mahkemesi, bazı Türklere göre bir hukuk darbesi olarak görülen, Türk anayasasındaki laiklik ilkesini ihlal ettiği gerekçesiyle büyük popülariteye sahip AKP’yi ve onun yönetici şahsiyetlerini siyasetten yasaklamayı amaçlayan bir girişimi görüşmeyi kabul etti. Bu girişim, Türkiye’nin siyasi ve ekonomik istikrarını sarsıyor. Bu sürecin ne kadar süreceği ve nasıl sonuçlanacağı belirsiz.”

AB’nin ötesinde, Türkiye’nin tüm Batı dünyasıyla ilişkilerini sıkıntıya sokacağı aşikâr bir siyasi süreç içindeyiz. Ne paradoks ama, laikliği sorgulanamayacak olan Batı, laiklik gerekçesiyle Türkiye’de iktidar partisinin kapatılması girişimine karşı tavır alıyor. Bu bile, konunun “laikliğin korunması” ya da “şeriat devletine gidişin önlenmesi”yle ilgisinin olmadığının en çarpıcı kanıtı.

AB’nin kurumları ve şahsiyetlerinin tutumu baştan beri belli. AB içinde Türkiye’yi kollayan başlıca kurum Avrupa Komisyonu, başlıca şahsiyet ise Komisyon’un Genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn. Olli Rehn, kapatma davasında “haklı bir durum” görmediğini ve Anayasa’nın parti kapatmayı zorlaştıracak biçimde değiştirilmesinden yana olduğunu açıkça ve birden fazla kez ifade etti.

Olli Rehn, bunun içeriğini de gösterdi. Avrupa demokrasilerinde “parti kapatma kriterleri”ni düzenleyen Venedik Komisyonu’nun 2000 yılında aldığı karar. Bu karar, Avrupa demokrasilerinde parti kapatma ölçütü olarak, kapatılmak istenen partinin  “şiddeti savunması”nı öngörüyor.

Avrupa Parlamentosu’nda Türkiye’nin en ateşli savunucusu, Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eş Başkanı Joost Lagendijk, olan-bitenin bir “yargı darbesi” olduğunu başından beri söylüyor.

Gelişmeyi Türkiye’nin “iç hukuk prosedürü” olarak göremeyeceğimiz bir durumla yüz yüzeyiz. Türkiye’nin uluslararası konumuna, dış politikasına etki eden bir adım atıldı. Bu yüzden, “iç dinamik” kadar ve ondan daha önemli ölçüde “dış dinamik”e gözlerimizi çevirmek zorundayız.

“Bekleyelim, bakalım Anayasa Mahkemesi ne karar verecek” öğüdü anlamsız. Anayasa Mahkemesi’nin ne karar vereceği belli olduğundan ötürü değil. Konunun, “hukuk” ile değil “siyaset” ile ilişkisi bulunmasından ötürü.

“Darbe eylemi”, aracı ne olursa olsun, “siyasi” bir eylemdir ve siyasi olarak ele alınmak zorundadır.

 

***                 ***               ***

 

Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı bu son “darbe”, ne 27 Mayıs (1960) ve 12 Eylül (1980) sabahı marşlarla uyandırıldığımız ve iktidar değiştiren doğrudan “askeri darbe”, ne 12 Mart’ta (1980) olduğu gibi “muhtıra yolu”yla iktidar değiştirten bir dolaylı “askeri müdahale.” Bu, daha ziyade 28 Şubat’ı (1997) daha fazla andıran türden “sürece yayılmış” ve “araç” olarak “yüksek yargı mekanizması”nın işletildiği bir “özgün” ya da sui generis bir darbe.

Buna, “siyaset” yoluyla ve “meşru mekanizmalar”la –örneğin Parlamento ve halk oyu- karşılık vermek mümkün. Bu “darbe”nin “panzehiri”nin ne olduğu üzerinden AB’den başlayarak içerdeki demokratik güçlere karşı herkesin ittifak ettiği zemin, “daha fazla demokrasi.”

Söz konusu darbe, Türkiye’de şimdiden ve zaten önemli bir tahribata yol açtı. Bundan sonrası, bu tahribatı “asgarî” ölçülerde tutabilmek ve benzer girişimlere kapıyı kapatacak şekilde “demokratik yapı”yı sağlamlaştırmak. Böyle bir gelişme, Türkiye’nin çoktandır AKP iktidarı –bizzat Başbakan- tarafından savsaklanan “AB rotası”nı canlandıracak ve “AB ufukları”nı karartan bulutların dağıtılmasına yardımcı olacaktır.

Geldiğimiz noktada, sayıları hiçte az olmayan AB’deki Türkiye karşıtları âdeta zil takıp oynuyor. “Hukukun üstünlüğü”nün bizzat hukuk uygulayıcısı organlarla yıpratılabildiği bu kadar “kırılgan” bir demokratik yapıdaki bir ülkenin AB’de yeri olamayacağı savı güçleniyor. AB’de yine sayıları ve etkileri azımsanmayacak ölçüde bulunan “Türkiye yandaşları” zayıflıyor, silahsızlandırılıyor.

İlkini püskürtmek, ikincisinin elini güçlendirmek, “daha fazla”, “daha da fazla demokrasi” ile mümkün olabilir.

Vakit geçirmeden yapılmaya başlanması gereken, “yeni ve demokratik anayasa yapımı”na girişilmesi ve öncelikle bir “askeri darbe ürünü” olan 1982 Anayasası’nın parti kapatmalara cevaz veren anti-demokratik hükümleriyle, 12 Eylül hukukunun yan ürünü olan Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Kanunu ve TBMM İç Tüzüğü’nün değiştirilmesine girişilmesidir.

Böyle bir atılım, içeride “darbe karşıtı cephe”yi genişleteceği, canlandıracağı ve güçlendireceği gibi, “dış dinamikler”in de desteğini arkasına güçlü biçimde alacaktır.

Konu, “AKP-laiklik ekseni” dışına taşırılmak, “Türkiye-demokrasi ekseni”ne oturtulmak zorundadır.

 

***              ***             ***

 

Son günlerde çokça telaffuz edilerek bir slogan haline dönüşen bir cümle var: “Sorumluluk Başbakan’a düşüyor.” Bu slogana farklı anlamlar yükleniyor. Kimisine göre, Başbakan “geri adım atmalı” ve karşıtları ile “uzlaşma”lı. Burada açıkça telaffuz edilmeyen “darbeci ve ülkeyi kaosa sürükleme tasarımları yapan çeteler”le ilgili soruşturmanın durdurulması ise, bu bir “teslimiyet çağrısı”dır.

Bizce de, “Sorumluluk Başbakan’da.” Bizim kastettiğimiz, Başbakan’ın 22 Temmuz sonrası girdiği yanlış yoldan geri dönmesi, hatalarından ders alması ve o günden beri yaptığı yanlışları tekrarlamamasıdır.

Başbakan ve hükümeti, Türkiye’nin demokratikleşme doğrultusundan uzunca bir süredir yan çizmişti. Şimdi oraya geri dönmek zorunda. “Türkiye kazanacaksa, biz kaybedelim” diyor ya...

Demokrasi kazanırsa, Türkiye kazanır. Belki o zaman kendisi de kaybetmez... 

 

Emek Platformu'nda çatlama yok


Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu, sosyal güvenlik sürecini aktif olarak izlediklerini vurgulayarak, Emek Platformu'nda çatlamaların yaşandığı yönündeki eleştirilerin yersiz olduğunu söyledi.


Kumlu, 13-14 Mart'ta gerçekleştirilen eylemle "Altın Vuruş"u yaptıklarını belirterek, "Kazanım yoksa eylemde başarısızdır. Bir eylemi başarılı yapan kazanımlardır. 14 Mart'taki eylemde biz iktidarı masaya çektik ve yapılacakları yaptık. Bunun polemikle ilgisi yok. Bundan sonraki eylemlerinde başarısını izliyoruz" dedi.

Türk-İş, Hak-İş, DİSK, KESK Konfederasyonları, Almanya Sendikalar Konfederasyonu (DGB) ile ortaklaşa Türkiye-Almanya Sendikal İşbirliği "Ankara Deklarasyonu"nu açıkladı. Toplantıya Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu, Hak-İş Genel Başkanı Salim Uslu, DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, DGB Başkanı Micheal Sommer ve KESK Genel Sekreteri Abdullah Daşdemir katıldı. Sendika Başkanları toplantı sonrasında gazetecilerin sorularını yanıtladı.

Kumlu, gazetecilerin "Bakanlarla görüşmeleriniz sürüyor mu?" sorusuna, "Sayın Bakanla sürekli görüşüyoruz. Eylem yaptığımız dönemlerde de görüştük ve şimdide görüşüyoruz. Özellikle de bizimle mutabakat sağladıkları yasa içerisindeki ilgili maddelerin geçip geçmedikleri kontrol ediyoruz" diye cevap verdi. Kumlu, sosyal güvenlik konusunda suskun olmadıklarını ve tabanın sesini dinlediklerini kaydetti. Kumlu, 1 Nisan'da SSGSS Yasa Tasarısı’na karşı yapılan eylemin "siyasi" amaç taşıdığı yönündeki açıklamaların hatırlaması üzerine, "Arkadaşlarımız farklı bir eylem planı yaptılar ve uyguladılar. Onlara saygı duyuyoruz" dedi.

6 NİSAN'DAKİ EYLEME DESTEK YOK

Kumlu, güvenlik güçlerinin 1 Nisan'da yapılan eyleme karşı gösterdiği sert tavrı kınadıklarını belirtti. Yapılan eyleme saygı duyduklarını belirten Kumlu, Türk-İş'in sadece kazanımlar için eylem yapacağını söyledi. Kumlu, 6 Nisan'da gerçekleştirilecek eyleme destek vermeyeceklerini kaydetti.

Kumlu, sendikalar arasındaki görüş ayrılıklarının Emek Platformu'nda çatlak oluşturacağı yönündeki açıklamalara karşı, "Emek Platformu'nun gelecekte ne olacağını Emek Platformu'nun bileşenleri oturur, değerlendirirler. DİSK'in yaptığı eylem kendisini bağlar ve Hak-İş'in eylemi kendisini bağlar. Yapılan eylemler nedeniyle Emek Platformu'nun dağılması gibi bir şey olamaz" dedi.

"AMAÇ, AVRUPA ÇAPINDA YOĞUNLAŞMIŞ SENDİKAL İŞBİRLİĞİ"

Kumlu, DGB ile imzalanan Türkiye-Almanya Sendikal İşbirliği Ankara Deklarasyonu kapsamında temel amacın Avrupa çapında yoğunlaşmış bir sendikal işbirliği olduğu söyledi. Ekonomi ve istihdam politikalarının gelişiminde sosyal diyalogun etkin bir araç olarak tanımlanabileceğini dile getiren Kumlu, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Türkiye-AB ilişkilerinde çalışanların hak ve kazanımlarının korunması için müzakere sürecinde mücadele etmek sendika konfederasyonlarının ortak amacıdır. Türkiye'de işçi hakları müzakerelerin sonuçlandırılmasını beklemeksizin en kısa zamanda geliştirilmelidir. Amacımız işçilere ait sosyal bir Avrupa yaratmaktır. Bu nedenle ekonomik menfaatlerin yanı sıra sosyal haklarda ciddi bir şekilde güçlendirilmelidir."

 "YASAYLA İLGİLİ GÖRÜŞLER AÇIKÇA İLETİLDİ"

DİSK Genel Başkanı Çelebi ise sosyal güvenlikle ilgili görüşmelerin açıklıkla, net şekilde yapıldığını belirterek, bazı konularda önemli değişimler olduğunu ve bazılarında da önemli direnmeler yaşandığını söyledi. Çelebi, "Bunu örgütlerimizle görüştük. Sayın Bakanda 'Yüzde 100 mutabakat sağlamak zorunda değiliz. Farklı görüşleriniz konusunda değerlendirmelerinizi her aşamada yapma hakkına sahipsiniz' dedi. Diğer aşamalarda da diğer konularda da müzakereye açık olduklarını ifade ettiler. Biz de 4 konuda hiçbir mutabakatımızın olmadığını, bunun olmaması halinde yasaya karşı mücadele edeceğimizi içeride de söyledik" diye konuştu.

 "SİYASİ HİÇBİR AMACIMIZ OLAMAZ"

Yapılan görüşmelerin farklı sendikalar tarafından farklı değerlendirilmesinin normal olduğunu söyleyen Çelebi, olumlu konularda verilen tepkilerin diğer konulardaki tepkileri engellemesi anlamına gelmediğini ifade etti. Sosyal güvenliğe karşı emek örgütlerinin farklı şekillerde mücadele vermesini "normal" olarak değerlendiren Çelebi, "Emek Platformu Türkiye'nin ihtiyacı. Kazanılmış haklara saldırılara yönelik mücadelesinde de önemli bir misyon yükleneceğiz. Ayrıca siyasi hiçbir amacımız olamaz. Siyasi ne gibi bir amacımız olabilir? İktidarın doğru yapılan bir şeyi varsa bunu söyleriz ama yanlış yapılan bir şeyi de varsa bunu eleştiririz. Bunda bir ideoloji aranıyorsa, onlar ne kadar ideolojik bakıyorlarsa biz de o ölçüde ideolojik bakıyoruz" diye konuştu.

Çelebi, Emek Platformu'nun önünde yapılması gereken ciddi çalışmalarının bulunduğunu söyledi.

 HAK-İŞ 6 NİSAN'DAKİ EYLEME KATILMAYACAK

Hak-İş Başkanı Salim Uslu'da 6 Nisan'da gerçekleştirilecek eyleme katılmayacaklarını söyledi. Uslu, "Emek Platformu'nda çatlak değil, sorun var. Bu sosyal güvenlikle ortaya çıkmış bir sorun değil. Son 4 yıldır Emek Platformu'nun çalışmasına yönelik sorun" dedi. Uslu, yaşanılan görüş ayrılıklarının normal olduğunu, bunun "kan davası" olarak algılanmaması gerektiğini söyledi. ortak bir sendikal kültürün geliştirilmesi noktasında çabaladıklarını ve bu çabanın devam edeceğini kaydeden Uslu, "Uzlaşma ve diyalog kültürünün tarafıyız. Buna uygun davranmak bizim boynumuzun borcu" dedi.

Her sendikanın istediği gibi bir eylem yapma hakkının bulunduğunu ifade eden Uslu, bunun başka örgütleri töhmet altında bırakacak bir eyleme dönüştürülememesi gerektiğini söyledi.

 

Afganistan için sivil girişim gerek

Bükreş’teki NATO Zirvesi eşsiz bir toplantı niteliğinde. İlk kez, Afganistan’daki NATO yönetimindeki 39 ulusun liderleri, Başkan Karzai, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri ve Avrupa Birliği ile diğer başlıca uluslararası kuruluşların üst düzey yetkilileri ile bir araya gelecek.

Bu toplantı, sadece Afganistan’ı destekleme taahhüdümüzün bir teyidi niteliğinde değil. Afganistan’a destek taahhüdümüzde yeni bir aşamaya da geçilecek. Önceden, ağırlıklı olarak askeri olan bir girişim, yerini sivil çabalara ve Afganistan’ın sahiplenilmesine daha fazla önem veren, dengeli bir yaklaşıma bırakacak.

Yaklaşık beş yıl önce NATO’nun, BM’nin görevlendirdiği ISAF operasyonunun komutasını aldığından beri, amacımız açık olmuştur. Afganistan Hükümeti’nin ülke çapında egemenliğini yaymasına yardımcı olmak; hukukun üstünlüğünün tesis edilmesi ve yolsuzluklarla mücadeleyi teşvik etmek; sosyal ve ekonomik gelişme ile ulusal uzlaşmanın tesisi için güvenli bir ortam sağlamak.

EKONOMİ GÜÇLENİYOR

Başlangıçta bu hedeflerin gerçekleştirilmesi için üç unsurun birleşmesi gerekiyordu: NATO ve tabura katkıda bulunan diğer ülkeler başlangıçta güvenliğin aslan payını sağlayacaklardı. Bu güvenli ortam uluslararası toplumun devreye girip sosyal ve ekonomik gelişme için gerekli desteği sağlamasına imkan verecekti. Aynı zamanda, Afganistan hükümeti hakimiyetini tedricen tüm ülkeye yayacaktı.

2001’de Taliban’ın düşmesinden sonra, Afganistan sürekli ilerleme sağlamıştır. Artık milyonlarca çocuk okullara gitmektedir; sağlık koşullarından yararlanma imkanı on kat artmıştır, milyonlarca mülteci geri dönmüştür. İyi yönetimin uygulandığı alanlarda güvenlik yüksek seviyeye çıkmış, uyuşturucu üretimi azalmıştır. Meşru Afgan ekonomisi güç kazanmaktadır.

Güvenlik yönünden kaydedilen gelişmeler de teşvik edicidir. 2001 yılında hiç bir Afgan güvenlik gücü yokken, Mayıs’a doğru 70 bin kişilik güçlü bir ordu, bir o kadar da polis gücü olacaktır. En önemlisi, Afgan Ulusal Ordusu (AUO) savaşabileceğini göstermiştir. AUO şu anda Afganistan’da yürütülen dokuz ana operasyonda yer almakla kalmayıp, altısını yönetmektedir.

İşte bu gelişme genel yaklaşımımızı yeniden şekillendirmemizi sağlayacak. Şu ana kadar büyük ölçüde uluslararası güçler tarafından gerçekleştirilen güvenliği sağlama görevi gittikçe Afganlıların kendilerine bırakılacak. Bu da NATO/ISAF’ın gittikçe destekleyici ve yol gösterici bir rolü üstlenmesine imkan verecek.

İlk adımları açıkça görebilmemize rağmen - bu değişiklik bir gecede gerçekleşmeyecek. Yakın gelecekte, ISAF zaruri olmaya devam edecektir. Ayrıca, bu gelişme müttefiklerin daha fazla iş yapmaları gereğini değiştirmemektedir. Örneğin, ISAF’ın azami etkinlikte görev yapabilmesi için mevcut ulusal uyarılara son verip eksiklikleri doldurabiliriz ve doldurmalıyız. Ancak, yeni yaklaşım ilgili olduğu konuya daha fazla ağırlık verecektir: bir yandan sivil çabalara, diğer yandan artan bir Afgan sorumluluğuna
.

KAPSAMLI YAKLAŞIM

Açıkçası, henüz o noktada değiliz. Bu stratejinin işlemesi için önemli başka bir adım daha gerçekleştirilmelidir: NATO ve uluslararası topluluğun geri kalan kısmı kurumsal engelleri yıkmalı, sivil ve askeri girişimleri sorunsuz bir şekilde bir araya getirecek gerçek bir Kapsamlı Yaklaşımı hayata geçirmeliyiz. Uluslararası girişimleri daha iyi koordine etmek amacıyla yeni bir BM Üst Düzey Sivil Temsilcisinin atanması bu yönde önemli bir adımdır, ancak daha yapılacak çok iş vardır.

NATO kendine düşen görevi yerine getirmeye hazırdır. Bükreş’te gerçekleşen Zirve’de ISAF’daki ortaklarımızla geliştirdiğimiz kapsamlı bir politik askeri planı onaylayacağız. Başlıca öncelikler ve gelişmeye yönelik tedbirlere odaklı, ileriye doğru açık ve gerçekçi bir yol sağlayacaktır. Bu bize, aynı zamanda, Afganistan Hükümeti, diğer uluslararası kuruluşlar ve STK’lar ile daha etkin bir şekilde etkileşim sağlama yönünde yol gösterici olmaktadır.

Örneğin, AUO’nun eğitimini daha fazla nasıl geliştirebileceğimizi, ISAF’ın Afganistan’da uyuşturucularla savaşa desteğini nasıl artırabileceğimizi inceleyeceğiz. İl İmar Timleri (İİT’ler) çerçevesinde sivil-askeri işbirliğini geliştireceğiz, sivil kuruluşlarla diyaloğumuzu pekiştireceğiz ve BM Üst Düzey Temsilcisi gibi başlıca aktörlerle etkin koordinasyon mekanizmaları geliştireceğiz. Dünya Bankası, Japonya ve diğer uluslararası aktörlerle, Afganistan’ın ekonomik inşaasına daha iyi destek sağlayabilmenin yollarını araştıracağız. Ve bölgesel bir yaklaşımın gereğini kabul ederek, Afganistan’ı Pakistan ile yapıcı bir diyalog kurması için destekleyeceğiz.

Bu kolay olmayacaktır ve bir günde gerçekleşmeyecektir. Afganistan söz konusu olduğunda, uluslararası toplumun sabra ihtiyacı vardır. Bugünkü toplantı, Kapsamlı Yaklaşımın sonunda teoriden pratiğe dönüştüğünü göstermektedir. Afganistan’ın güvenliği, dolayısıyla bizim de güvenliğimiz, taze bir yaklaşımdan açıkça fayda görecektir.

Fitch, Peru'yu “yatırım” düzeyine yükseltti

Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch, Latin Amerika ülkelerinden Peru'nun kredi notunu, “yatırım” düzeyine yükseltti.

Fitch, piyasalar tarafından beğenilen Devlet Başkanı Alan Garcia'nın ekonomik başarıları nedeniyle, BB( ) olan kredi notunun, yatırım düzeyi olan BBB(-)'ye yükseltildiğini bildirdi.

Peru Ekonomi Bakanı Luis Carranza, konuyla ilgili olarak yaptığı açıklamada, uluslararası piyasaların dalgalı olduğu bir dönemde alınan bu kredi notunun önemli olduğunu söyledi.

Peru, geçen yıl yüzde 9 oranında büyüdü


Babacan: Maastricht’in iki kriterini karşıladık

DIŞİŞLERİ Bakanı Ali Babacan, Türkiye’nin, kısa süre içinde "Euro alanı"na katılımı sağlayan zor Maastricht kriterlerinin ikisini karşıladığını söyledi. Babacan, bütçe açığının son üç yılda yüzde 3’den az olduğunu ve faiz oranının da düştüğünü vurguladı. Türkiye’nin AB sürecinin ekonomiye yansımasına da değinen Babacan, "AB katılım süreci Türkiye’ye çok önemli bir dış dayanak noktası ve daha tahmin edilebilir ekonomi sağlıyor" dedi. Türkiye’ye yatırım yapan uluslararası yatırımcıların çoğunun ilk sorusunun Türkiye’nin AB sürecinin nasıl gittiğine ilişkin olduğunu ifade eden Babacan, Türkiye’nin bundan 5-10 yıl sonra da istikrarlı bir ülke olup olmayacağını bilmek istediklerini, çünkü AB katılım sürecinin uzun vadede güçlü bir istikrar unsuru olarak görüldüğünü söyledi.

İspanya'nın 157 bin göçmene ihtiyacı var

İspanya'da bir vakfın yaptığı araştırma, ülkenin 2020 yılına kadar 157 bin yeni göçmene ihtiyacı olduğunu ortaya koydu.

Toplum ve Şirket Vakfı tarafından yapılan araştırmaya göre, ekonomi iyi gitse de, gitmese de, İspanya'da yeni istihdam arzını karşılamak için 2020 yılına kadar en az 157 bin yeni göçmene ihtiyaç duyuyor. Vakıf Başkanı Francisco Abad, İspanya'ya göçün yapıcı bir özelliği olduğunu, özellikle genç nüfusu getirdiğini ifade etti.

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
  DÖVİZ KURLARI

 

 

  MÜZİK ÇALAR
  HAVA DURUMU
  İL İL TÜRKİYE TANITIMI
Bugün 58 ziyaretçi (95 klik) kişi burdaydı!
website counter Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol