More Cool Stuff At POQbum.com


BURCU MANDIRACI  
 
  25 Nisan Ekonomi Haberleri 16.03.2025 21:21 (UTC)
   
 

Türkiye buğday fiyatlarını yükseltti

Türkiye’nin gelecek hafta 500 bin ton buğday alacağı bildirildi. Alım haberinin dünya buğday fiyatlarını fırlattığı belirtildi.
Ekonomi gazetesi Financial Times, dünya piyasalarındaki hareketlerinin değerlendirdiği haberinde Türkiye’nin gelecek hafta 500 bin ton buğday alacağı haberi üzerine Chicago Borsası’nda buğday fiyatlarının güçlü bir artış gösterdiğini belirtti.
Chicago Futures piyasasındaki mayıs buğday fiyatının 72 sent yükselerek 12.95 dolara çıktığına dikkat çeken gazete, Türkiye’nin buğday alımının yarısının ABD’den yapılmasının beklendiğini de kaydetti.
Öte yandan Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) Genel başkanı Şemsi Bayraktar, buğdayda fiyat artışının önlenmesi için ihtiyaçtan fazla ithalat yapılması halinde, üreticinin zarar göreceğini söyledi.
Türkiye’deki buğday fiyatlarındaki artışı Toprak Mahsulleri Ofisi’nin (TMO) yanlış ithalat politikasına bağlayan görüşler olduğuna işaret eden Bayraktar, ‘’Buğdaydaki fiyat artışlarının ithalatla değil, dünya piyasalarındaki artışla ilgisi vardır. İhtiyaçtan fazla ithalat yapılırsa, yaklaşan hasat dönemi de dikkate alındığında, buğday üreticimiz zarar göreceği için bu konuda dikkatli olunması gerekir’’ uyarısında bulundu.
Bazı kesimlerin Türkiye’de buğday kıtlığı yaşandığı görüşüne karşılık, TMO’nun stoklarda 2 milyon ton buğday bulunduğunu açıkladığı hatırlatılarak, gerçek durum konusunda görüşünün sorulması üzerine, ‘’TMO’nun açıklamalarını dikkate alıyoruz. Buna inanmak zorundayız” dedi.

Bilim insanları Tekel’in özelleştirilmesine karşı

Türkiye Cumhuriyeti’nin temel kuruluşlarından olan Tekel’in altı sigara fabrikası 1 milyar 720 milyon dolara British American Tobacco Tütün Mamülleri Sanayi ve Ticaret AŞ.”’ne (kısaca BAT) satılarak özelleştirildi. Kamuoyu, fabrikaların yanında iki yıllık yaprak tütünün de verildiğini yeni anladı. Tekel’in benzeri firmalar, örnek olarak İngiliz Gallaher firması 14,7 milyar dolara, Tekel’den daha küçük olan Almanya’nın Reemtsma firması ise 6,2 milyar dolara büyük sigara firmalarınca satın alınmış idi. Tekel yok pahasına satılmıştır. Sert paket konusundaki yatırımları geciktirilerek ve ÖTV vergilerinde Tekel aleyhine kararlar alınarak Tekel’in yurt içindeki pazar payı 1999’da %70 iken 2007 yılında %30 düzeyine inmiştir. Kârlılığı sürekli aşağıya çekilen Tekel’in bazı yatırımlarla yıllık faaliyet kârının 600 milyon YTL’ye yükseltilebileceği 2007 tarihli Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu raporu ile saptanmıştır. Aleyhine koşullar nedeniyle Tekel kârı 2006’da 199 milyon YTL’a düşmüştür. Eli kolu bağlı Tekel’e karşı her türlü gücünü kullanabilen %40 pazar payına sahip firmanın 2006 karı 420 milyon YTL’dir. Ayrıca “Tekel 2001” sigara markasının Türkiye sigara piyasasında %14 payla birinci geldiği ve böylesi markaların pazar değerinin önemi dikkate alınırsa, Tekel’in çok ucuza gitmiş ve dört yıllık karına satılmıştır.

Tekel’in özelleştirilmesi ile ortaya çıkan sakıncılar şöyle sıralanabilir;

1. Tekel’in özelleştirilmesi ile sektörde tek bir yerli firma bile kalmayacaktır. Dahası tam bir oligopol piyasası, yani az sayıda üyeden oluşan bir takım tekeli oluşacaktır. Tekel’in özelleştirilmesi sonrası ilk iki firmanın pazar payları toplamı %81, üç firmanın ise %90 olacaktır. Rekabetin söz konusu bile edilemeyeceği bir durumla karşı karşıyayız. Ekonomi bilimi bu durumda firmaların üreticiden istediği fiyattan yaprak tütün alabileceği ve sigarayı da istedikleri fiyattan satabileceklerini göstermektedir.

2. Tekel’in özelleştirilmesi ile yapılacak olan kâr transferleri ekonomimizin cari açık problemini daha da ağırlaştıracaktır. İçki bölümünün özelleştirilmesi sonrasında da görülen vergi kaybı sigara fabrikalarında da görülecektir. Adana, Bitlis ve Malatya fabrikalarının devir işleminden hemen bir gün sonra kapatılması, diğerlerinin birkaç ay, birinin ise en çok bir iki yıl sonra kapatılması çok büyük olasılıktır. İstihdam çok kısa bir süre içinde sıfırlanacaktır.

3. Tekel’de şimdilik kalan yaprak tütün işletmeleri, sigara fabrikalarını yitirince başsız kalacak, ellerindeki tütün stokları ile birlikte küçülerek yok edilecektir. Burada çalışan binlerce işçi işini kaybedecek, memurlar diğer kurumlara nakledilecektir. Pazarlama Dağıtım Başmüdürlükleri de dağıtılacaktır.

4. Yurt dışından şark tipi tütün ithalatı bile gündeme getirilebilecek, anlaşmalı tarım kıskacında zaten bunalan tütün üreticisi kölelik koşullarında üretime zorlanacaktır. Bu durumun Osmanlı’nın Reji döneminden ne farkı kalacaktır? Tütün üretilmeyen toprakların önemli bir bölümünde özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde boş kalan arazilerde erozyon yoğunlaşacaktır.

5. Tümü birkaç tekelin elinde olan bir sigara piyasasında sigara promosyonları insafsızca artacaktır. Orta öğrenim çocukları ve kadınlar hedef kitle olarak seçilecektir. Sonuçta hazineye girecek olan değerin her sene en az iki katı toplumca ve devletçe sağlık harcaması olarak yapılacaktır. Bunu engelleriz diyecek olanlara bu güne kadar engelleyemediklerini hatırlatalım. Dava sonuçları dosyalarda duruyor. Bazı firmalar üniversitelerde ve okul önlerinde bedava sigara dağıtmaktan, ilkokul çocuklarına marka sigaralarının logolarının basılı olduğu defterler ve marka sigaralarına benzeyen çikletler üretmeye kadar her yolu denemişlerdir.

Özetle, tekelin özelleştirilmesi ile sigara fabrikalarında verimlilik artmayacağı gibi, kamunun harcamaları da azalmayacaktır. Bu özelleştirme ülke çıkarlarına aykırıdır, tütün üreticilerinin, işçilerin, tüketicilerin, vergi ödeyen herkesin ve devletin kaybetmesi ile sonuçlanacaktır. Bilim insanları olarak bu özelleştirmenin iptalini ülkenin savunulması ile eşdeğer görüyoruz ve “Tekel vatandır satılamaz” diyoruz.

 

Kapitalizmin Kayıtdışına Çözümü: Kayıt İçindeki Emeği Zayıflatmak

Ekonomist Gaye Yılmaz, hükümetin Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) tasarısının kayıt dışı çalışanların kayıt altına alınmasına yardımcı olacağına dair savlarını, eğilimi deşifre ederek değerlendiriyor:

"Asıl yapılmak istenen şu. Bütün kayıt içindekileri kayıt dışı koşullara getirir ve kaydedersiniz. Adı kayıt altına almak olur. Kuralsızlaştırma yasa eliyle gerçekleştirilir."

Yılmaz, bunun kayıt içinde olanlarla ilgili vergilerin, yüklenimlerin en alta indirilmesi, dolayısıyla emekçilerin hak ve kazanımlarının budanmasının öngörüldüğünü, söylüyor:

"Zaten işveren örgütleri de bunu savunuyor. Kayıt dışının asıl gerekçesi, yüksek maliyetlerden kaçmadır."

Yılmaz yeni ihale yasa tasarısının su, enerji,ulaşım ve posta hizmetlerini bütünüyle şirketlerin inisiyatifine bırakmasını, emekçilerin hizmet sözleşmelerini tamamen denetim dışına çıkarmasını, kuralsızlaştırmasını buna örnek gösteriyor. "Şimdilik dört alanda; ama bunu yaygınlaştıracaklardır."
Başka bir yolu daha var

Yılmaz kayıt dışını kayıt altına almanın başka bir yolu daha olduğunu söylüyor. "Toplumun, işçi sınıfının çıkarlarını gözeten bir yerden de bunu yapabilirsiniz. Ama piyasanın yasalarına aykırı olur. Kayıt altındaki firmalardaki emekçilerin sosyal hak ve kazanımları geriletilmeden, kayıt dışındaki denetimler ve yaptırımlar artırılır. Buna paralel olarak vergi adaletini de sağlamak gerek. Böylece sosyal harcamalara yönelik bütçe büyümüş olur."
Kayıt dışı istihdam yüzde 47

Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) verilerine göre 2007'nin toplam istihdamı 21 milyon 219 bin kişi. Bunun yüzde 46,7'sini oluşturan 9 milyon 929'unun sosyal güvencesi yok, yani kayıt dışı çalışıyorlar. Bunların yüzde 51'i tarım dışında. Kayıt dışı istihdamın yüzde 36'sı ücretli. Yüzde 89'u tarım dışında ya da kentlerde.
Kayıt dışı nerede?

Yılmaz, kayıt dışının kapitalizmin kendine içkin bir sorun olduğuna dikkat çekiyor:

"Sermaye hızla küçük parçalara ayrılıyor. Muazzam miktarda taşeron tedarik zincirleri oluşuyor. Bunlar küçük ölçekli firmalar. Öz sermaye yetersizliğinde, borçla, krediyle kendini döndürebiliyorlar. Bunlara vergi, sigorta, yükümlülük getirilirse önemli bir bölümü kapanır. Firmalar kapandığında ortaya çıkacak işsizliği, binlerce yeni işsizin durumunu da savunmak mümkün değil. Aslında sorun doğrudan sistemin kendisine içkin bir sorun. O nedenle bu alandaki mücadele özünde sistem karşıtı olmak zorunda"
Bankalar boşuna KOBİ reklamı yapmıyor

"Kayıt dışı 80'li yıllardan itibaren bu kadar gündemde.

"70'lerde kâr oranları düşüşü başladı. Sermaye artan kârı makine ve teçhizata yatırınca, kâr oranları tersine dönmeye başladı. Asıl sorun makine parkından, teknolojiden kaynaklanınca, bunu küçük parçalara bölüp dünya ölçeğine yaymak gerekti. Küreselleşme dedikleri bu: Üretken sermayenin uluslararasılaşması. Taşeronlaşmanın kökeni burada. Nihai ürünler yine ana merkeze geliyor.

"TÜSİAD neden ısrarla küçük ve orta büyüklükteki işletmeleri (KOBİ) güçlendirmemiz gerek diyor. Çünkü onlar olmadan büyükler olamaz. Bütün bankalar KOBİ'ler için kredi yarışı içinde; özel departmanlar oluşturuyorlar. Sistemin kendini var etmesinin başka koşulu yok."


 

Ekonominin “çete”lesi şaştı

ANKARA -Türkiye ekonomisi, son yılların en derin ekonomik krizlerinden birine sürüklenmeye başladı. Krizin ilk belirtileri finansal piyasalarda ortaya çıktı. Bu çerçevede özellikle borsadaki hisse senedi fiyatlarının şok düşüşü, yönetici sınıfın endişeleri artıran unsur oldu. Çünkü IMKB endeksi bir gün içerisinde yüzde 7.46 oranında değer kaybetti. Bu değer kaybı son bir yıl içerisinde gerçekleşen rekor değer kaybı oldu. Ancak endişeleri büyüten daha büyük sorun ise, borsadan kaçan yatırımcıların dövize yönelmesi oldu. Özellikle yabancı yatırımcılar, hisse senetlerinden kaçırdıkları paralarını kurtarmak için döviz alarak yurt dışına kaçış yollarını aradılar. Bir panik havasında gerçekleşen bu kaçış, adeta “dövize hücum” şekline dönüştü, bu nedenle de dolar ve euro son iki yıllık dönemdeki yükseliş seviyelerini bir günde yakaladılar. Dolar 1,27 YTL’yi buldu, euro ise 2006 yılından bu yana ilk kez 2 YTL’nin üzerine çıktı. Akşam saatlerinde spekülatörlerin kayıpları önlemek için başlattıkları fren operasyonu ile dinen panik havası yine de krizin etkilerini ortadan kaldıramadı, dolar 1.26 euro ise 1.98 seviyesinde kaldı. Yabancıların Türkiye’den kaçma deneyimleri çerçevesinde dövizdeki artışın sürmesi bekleniyor.

KRİZİN ASIL ETKİSİ ARKADAN GELİYOR

Mali piyasalardaki bu çalkantı, kısa ve orta vadede ekonominin genelini etkileyecek nitelikler taşıyor. Çünkü dövizdeki hızlı artış, döviz cinsinde kredi kullanmış olan firma ve kişilerin önemli bir kısmını iflasa sürükleyecek. Bu çerçevede özellikle ABD’de geniş çaplı iflaslar daha şimdiden yaşanmaya başladı. Avrupa ekonomileri yüzde 2,5, Asya ekonomileri ise yüzde 4’e yakın bir kayıp ile darbe yediler. Bunun yanı sıra yatırım maliyetleri yükseldiği için, kaynaklar iş ve istihdam alanlarından çekiliyor ve daha çok spekülasyona yöneliyor. Bu da işsizliği ve gelirlerdeki düşüşü daha vahim boyutlara çıkartıyor. İşte bu endişe, başta Merkez Bankası olmak üzere bütün karar verici kesimleri harekete geçirdi.

KRİZİN KAYNAĞI SAPTIRILIYOR

Türkiye dün ve bugün, yaşanan bu şok krizin nedenleri üzerine harareti tartışmalar yaşıyor. Bu çerçevede iktidar partisi AKP ve onun kadroları ile iktidara yakın çevreler krizin kendilerine karşı cumhuriyetçi kesim tarafından düzenlenmiş bir komplo olduğunu savunuyorlar. Çünkü Ergenekon çetesinin ortaya çıkartılmasından sonra yargı mensuplarının AKP’yi kapatmak üzere dava açmasının, bu krizin fitilini yaktığı ileri sürülüyor. AKP’ye yakın olanların tezine göre yaratılan bu kaosla Türkiye’nin bir baskın erken seçime sürüklenmesi ve iktidarın el değiştirmesi amaçlanıyor.

Kimi bankacılar, uluslararası finansa aracılık eden fon kurumları ve liberal iktisatçılar ise krizi Amerikan etkisine bağlıyorlar. IMF merkezli bu yorumcular, ABD’deki krizin Türkiye’yi etkilediğini, bu nedenle liberal reformları hızlandırarak ekonominin krize karşı direncinin artırılması gerektiğini savunuyorlar. Böylece bu kesim, yaşanan krizi de finansal sermaye sahipleri için bir kazanç kapısına dönüştürmeyi hesaplıyorlar. Çünkü talep edilen reformların başında Sosyal Güvenlik sistem reformu geliyor ve diğer reform paketlerinin tamamı emekçilerin sağlık ve sosyal güvenlik haklarını buduyor, kalkınmaya dönük altyapı yatırımlarına payı azaltıyor. Sadece askeri harcamalar konusunda ses çıkartamayan finans sözcüleri, bunun kriz üzerindeki etkilerine değinmekten özenle kaçınıyorlar.

ASKERİ OPERASYONLAR BÜTÇE DENGELERİNİ SARSTI

Oysa yaşanan krizin, yaklaşık 3 aydır şiddetli bir şekilde devam eden askeri operasyonların ardından gelmesi hiç tesadüf değildi. Bu üç aylık dönem içerisinde kaç uçağın havalandığı, ne kadar bomba yağdırdığı, kaç araçlık askeri filonun sürekli hareket halinde olduğu, ne kadarlık asker ve mühimmat sevk edildiği, iaşe ve silah giderlerinin Genelkurmay bütçesini ne kadar aştığı sır gibi saklanıyor. Ancak Mart ayının ilk haftasında ekonomiden sorumlu bakanlar ile Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay yetkililerinin “ek askeri bütçe” konusunu görüşmek üzere toplanmaları, 2008 yılının ödeneklerinin daha şimdiden tüketildiği yorumlarına neden olmuştu. 223 milyar YTL’lik 2008 bütçesi içerisinde savunmaya ayrılan pay 13.3 milyar YTL idi. 2006'da 11.8 7 milyar YTL kaynak ayrılan Milli Savunma Bakanlığı periyodik artışla bu yıl 13,3 milyar YTL’ye ulaşmıştı, ancak savaşa ayrılan bütçe olanakları bu görünen ayzbergin kat kat fazlası... Çünkü bu bütçenin yanı sıra bugüne kadar kaynağı ve harcamaları denetlenemeyen Savunma Sanayi Destekleme Fonu (SSDF) ile Türk Silahlı Kuvvetlerini Geliştirme Vakfı (TSKGV)’nin sağladığı gelirler de savaşa aktarılan kaynaklar arasında yer aklıyor. Ayrıca dış kredi ve hibeler yoluyla TSK’nın temin ettiği varlıklar da bu bütçenin tamamen dışında bulunuyor. Buna rağmen operasyonların yükü, askerin ek bütçe talebi biçiminde AKP’nin masasına getirildi.

KRİZİN SEYRİ HENÜZ NET DEĞİL

Türkiye’nin yaşadığı bu kriz, dünya ekonomisindeki gelişmelere göre kendine sakin bir liman arayan küresel finans sahiplerinin kaçma becerilerine göre şekil alacak. Hisse senetlerine bağlanmış olan kaynakların ne kadar hızla kaçacakları, krizin şokunu ve şiddetini de belirleyen unsur olacak. Çünkü küresel oyuncular, askeri operasyonların başarısızlığı sonrasında, Türkiye’nin askeri harcamalarına akan kaynakların geri dönüşü konusundaki iyimserliğini de kaybetmişti ve olası bir seçim durumunda ellerindeki sermayeyi koruma telaşına düşmüşlerdi.

FATURA YOKSULA KESİLECEK

Krizin sonuçları henüz net olarak bilinmese de, bu faturanın yoksullar tarafında ödeneceği konusunda neredeyse ortak bir görüş bulunuyor. Çünkü AKP’nin halen TBMM’de görüştüğü sosyal güvenlikle ilgili SSGSS kanun tasarısı başta olmak üzere bir çok yasal düzenleme ve krizin enflasyon gibi etkileri yoksulları vuracak. Artan döviz kurlarının maliyetini fiyatlarına yansıtacak olan şirketlerin de yakında zam kararları alması bekleniyor.

Türkiye'den siyaset ekonominin merkezinde dersini aldım

IMF Avrupa Bölüm Başkanlığı sırasında Türkiye’deki 2001 krizini yaşayan ve kurumda 37 yılını dolduran Michael Deppler, Türkiye’de ekonomik önlemlerin koalisyon hükümetinde başarısız olduğunu, aynı önlemlerin AKP iktidarında başarılı yürüdüğünü belirtirken, “Yani, siyaset, ekonomide elde edilen sonuçların merkezinde, doğru şeyler yapmaya odaklanan ekonomistler bunu göz önünde bulundurmalı” dedi.


Emeklilik dönemine hazırlanan Michael Deppler, IMF’nin yayın organı Survey Magazine’in sorularını yanıtladı.

 “71’DE ARKADAŞLARIM ‘NEDEN IMF’YE GİDİYORSUN ORADA İŞ KALMADI’ DEMİŞLERDİ.”

Kariyerinin en göze çarpan olaylarının neler olduğuna ilişkin bir soruya Deppler, son derece heyecanlı bir 37 yıl geçirdiğini, tam IMF’den “İşe Alındınız” mektubunu aldığı 1971 Nisanı’nda Nixon’un altın-dolar konvertibilitesini kaldırıp Bretton-Woods sistemini bitirdiğini anlattı. Üniversitedeki meslektaşlarının o günlerde kendisine “Oraya neden gidiyorsun, artık IMF’de iş kalmadı” dediklerini anlatan Deppler, “Yıllar boyunca birçok ilginç olayın içinde yaşadım. Öncelikle IMF Dünya Ekonomik Görünüm Raporlarının yayınlanması vardı. Bu iş 70’lerin başında gizliydi. Daha sonra çıkan petrol kriziyle ilgili görevler, 1980’lerin borç sorunları, 1990’lardaki geçiş ekonomileri konusu ve Polonya, Bulgaristan ve sonra Türkiye’yle yürütülen programlar. Yani devamlı ilginçliklerle dolu bir kariyer oldu” dedi.

SİYASETİN EKONOMİYİ BOZMASINA TÜRKİYE VE İNGİLTERE’Yİ ÖRNEK VERDİ?

Yıllar boyunca yaşadığı çeşitli deneyimlerden elde ettiği derslerin kendisi ve kurum için basit ancak önemli olduğunu belirten Deppler, “Aldığım beni tekrar tekrar çarpan ilk ders, siyasetin ekonomi için ne denli kritik olduğu idi” derken 1970’lerde İngiltere’nin IMF’den destek istemesini şöyle anlattı:

“Sterline güven en kötü durumdayken 1976’da İngiltere’de standby heyetindeydim ve ülke destek almak için IMF’ye başvurmuştu. İngiltere IMF’den borç alan son sanayileşmiş ülkeydi. Krizin temelde siyasi karar alma yetersizliğinin yansıması olduğunu söyleyebilirim. Bazı önlemler alabilirlerdi, evimize dönmemizi söylediler ve iyi şeyler yaptılar.”

20 yıl sonra Gordon Brown maliye bakanı olduğunda İngiltere’deki temsilciliğin başında olduğunu belirten Michael Deppler, Brown’un son derece zor bir harcama hedefi taahhüdünü de içeren iddialı bir reform programıyla görev başladığını, bunu başarıp büyük kredibilite kazandığını bildirirken “Türkiye de aynısıydı” dedi ve şöyle devam etti:

KOALİSYON HÜKÜMETİ TAHHHÜTLERİNİN GÜVENİLİR OLABİLMESİ İÇİN GEREKLİ UYUMA SAHİP DEĞİLDİ

“1998’den 2002’ye kadar görevde bulunan hükümet doğru şeyler yapmak istedi, özellikle Kemal Derviş hazine bakanı olunca, fakat hükümet taahhütlerinin güvenilir olduğunu göstermek için gereken siyasi uyuma sahip değildi. Yeni hükümet büyük çoğunlukla iktidara geçtiğinde, IMF’den sağlanacak mali destekle birlikte, temelde aynı politikaları uyguladı. Şimdi biçimlenmekte olan süreçte bir başarıya sahip olduk. Yani, politikanın ekonomide elde edilen sonuçların merkezinde olduğu açık, fakat işini doğru yapmaya odaklanan ekonomistlerin göz önünde bulundurması gereken bir nokta.”

Avrupa'nın yükselen piyasalarındaki finansal riskin ne ölçüde gerçek olduğuna ilişkin bir soruyu yanıtlayan Deppler, "Avrupa'nın yükselen piyasalarının esnek olduğu görüşündeyim. Fakat bazıları durumu giderek kötüleştiren şoklardan çabuk etkilenebilecek durumdadır" dedi. Avrupa'nın yükselen piyasalarında görülebilecek şokun büyüklüğünün henüz bilinmediğini kaydeden "Fakat bu ülkeler genel bir yavaşlamazdan kaçınamazlar ve bir bölümünün yatırımcıların sürekli güvenini temin etmek için daha sıkı çalışmaya ihtiyacı vardır" şeklinde konuştu.

Çağlayan: İstihdam paketi yakında çıkıyor

Sanayi ve Ticaret Bakanı Zafer Çağlayan, birçok değişikliği beraberinde getiren 'İstihdam Paketi'nin yakında çıkacağını belirterek, SSK 5 puanlık işveren payının düşürülmesi uygulamasına bu yılın Eylül ayında başlanacak.

Çağlayan, 140,2 milyon avroluk AB kaynağının kullandırılmasına dönük “AB Destek Programı (IPA)” kapsamında, 43 ilin oda ve borsa başkanlarıyla Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'nde (TOBB) bir araya geldi.

Bakan Çağlayan, KOBİ'lerin finansman sıkıntılarının giderilmesinde önemli bir fonksiyon üstleneceği düşünülen programın nasıl kullandırılacağı ve bakanlığının bu süreçteki misyonunun ne olacağına ilişkin bilgi verdi.

Daha önce 2002-2006 yılları arasında programlanan bu yardımlardan, sadece AB'ye müktesebat uyumu amacıyla hazırlanan projelerin yararlandığını belirten Çağlayan, 2007-20013 döneminde ise AB'nin, 5 başlık altında, birliğe potansiyel aday ülkelere yapılacak mali yardımı tek bir çerçevede topladığını söyledi.

Bu başlıklardan “Bölgesel Kalkınma” kapsamında olan yardımların Sanayi ve Ticaret Bakanlığı tarafından yürütüleceğini ifade eden Bakan, “Bölgesel Rekabet Edebilirlik Operasyonel Programı” çerçevesinde, 2007-2009 yıllarında 3 yıllık dönemde 140,2 milyon avroluk AB kaynağının kullandırılacağını bildirdi. Çağlayan, şöyle konuştu:
“Bu dönemde işletmelerimizin kullanacağı kaynak; ulusal katkıyla birlikte 186,9 milyon Avro olacaktır. Bu bütçe Avrupa Birliği'nin belirlediği kriter uyarınca kişi başına milli geliri Türkiye ortalamasının yüzde 75'nin altında kalan 'Düzel -2 Bölgeleri'ne kullandırılacaktır.

Söz konusu Düzey-2 Bölgeleri kapsamında, Orta Anadolu, Güneydoğu, Doğu Anadolu ve Orta ve Doğu Karadenizde toplam 43 İl, bu mali yardımdan yararlandırılmış olacaktır. Bu iller içerisinde, Kastamonu, Samsun, Trabzon, Kars, Erzurum, Sivas, Kayseri, Malatya, Elazığ, Gaziantep, Kahramanmaraş, Şanlıurfa, Diyarbakır, Batman ve Van illerimiz, DPT tarafından 'Büyüme Merkezi' olarak belirlenmiştir.”

Kaynağın büyük çoğunluğunun bu illere yönelik kullandırılmasının planlandığına işaret eden Bakan Çağlayan, devamla şöyle dedi:

“Ancak bu aşamada önemle vurgulamak isterim ki (kaynağın büyük kısmının büyüme merkezlerine kullandırılması) yaklaşımından anlaşılması gereken, bahse konu illerin; kendi civarında bulunan diğer illerin lokomotifi konumunda bulunmaları ve proje üretme aşamasında çevre illerle birlikte işbirliği içinde hareket etmesinin sağlanmasıdır. Temel olarak program kapsamında yer alan 43 ilin her birinin proje sunması ve kaynaklardan istifade etmesi mümkündür.”
Çağlayan, program kapsamında desteklenecek projelerin bakanlığı tarafından seçileceğini belirterek, Programın iki ana özelliğini şöyle açıkladı:

“Ortamının iyileştirilmesi, işletme kapasitelerinin artırılması ve girişimciliğin teşvik edilmesidir. Bu öncelikler çerçevesinde sanayi altyapısının geliştirilmesi, yeni finansal araçların oluşturulması, turizm altyapısının geliştirilmesi, işletmelere temel bilgi ve danışmanlık hizmeti sağlanması, sanayi sektörleri arasında işbirliğinin geliştirilmesine yönelik faaliyetlerin desteklenmesi planlanmaktadır.”

BAŞARI HİKAYELERİ


Sanayi ve Ticaret Bakanı Çağlayan konuşmasında, sanayi envanteri ve stratejisi çalışmalarının, bir yıl sonra sonuçlanmış olacağını ifade ederek, bunun ardından da teşvik sisteminin yeniden organize edileceğini kaydetti.
Teşvik sisteminin sektörel, bölgesel ve proje bazlı olarak verileceğini anlatan Bakan, Organize Sanayi Bölgelerinde de ihtisaslaşmaya gidileceğini bildirdi. Yılda 22 milyar dolarlık yabancı sermaye girişi sağlayan Türkiye'nin sürdürülebilir büyüme hızını devam ettirebilmesi için, özel sektörün önünün açılması gerektiğini bildirdi. Çağlayan, özel sektör içinde KOB'lere büyük önem verdiklerini, bir gün Türkiye'nin de İrlanda ve Uzak doğu ülkeleri gibi başarı hikayeleri yazacağını söyledi.

ÇOK DEĞİŞİKLİK VAR

Halen bakanlığının önünde 24 kanunu tasarısı çalışması bulunduğunu hatırlatan Çağlayan, bir aylık dönemde de, Türk Ticaret Kanununun çıkacağını kaydetti.

Çağlayan böylelikle, gerek Anonim şirketlerin gerekse limited şirketlerin artık bir kişiyle kurulabileceğini, genel kurullarını elektronik ortamlarda gerçekleştirebileceklerini belirtti.

Sosyal Güvenlik Reformunun ardından, halen Bakanlar Kurulu gündemindeki “İstihdam paketi”nin de en kısa zamanda çıkartılacağını bildiren Çağlayan, paketin bir çok değişikliği beraberinde getirdiğine işaret etti.
“Zorunlu istihdamın kaldırıldığını, özürlülerin işveren paylarının devlet tarafından üstlenileceğine” dikkati çeken Çağlayan, “İş yerinde doktor bulundurma şartı da kaldırılıyor. Onun yerine bu zorunluluklar, hizmet alımı şeklinde yerine getirilecek. 5 puanlık işveren payının düşürülmesi düzenlemesi de 2008 yılının Eylül ayında uygulamaya girecek” dedi.

TOBB BAŞKANININ SÖZLERİ

TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu da “Bölgesel rekabet edebilirlik çerçevesinde 2007-2009 yıllarını kapsayan dönemde Sanayi ve Ticaret Bakanlığı tarafından 140,2 milyon Avrosu AB'den, 46,7 milyon avrosu da ulusal katkıdan oluşan toplam 186,9 milyon kaynağın KOBİ”lere kullandırılacağını söyledi.

“Türkiye için AB tarafından sağlanan fonları kullanma kapasitemizi geliştirmeliyiz” diyen TOBB Başkanı, AB kaynaklarından yararlanmanın, ayrıntılı ve sistematik bir hazırlık gerektirdiğini, birçok odada bu konuda önemli deneyimler de oluştuğunu bildirdi. “Bunu daha da geliştirmek ve yaygınlaştırmak zorundayız” diyen Hisarcıklıoğlu, şöyle konuştu:

“Ülkemiz için AB'ye katılım çok önemli. Sürecin günlük siyasi olayların gölgesinde kalmaması gerekir. En son yaptığım Brüksel ziyaretimde tespitim; Türkiye ve AB'nin birbirlerini yeniden keşfettikleri yönündedir. Türkiye, AB'ye katılım sürecinin kendi ekonomik ve siyasi dönüşüm çabaları açısından önemini bir kez daha fark etmiş gibidir.
Aynı şekilde AB de Türkiye'nin önemini yeniden kavramaya başladı.. Veya Türkiye'nin AB için çok önemli olduğunu düşünen çevrelerin sesi daha fazla duyulmaya başlandı. Bundan son derece memnunum. Bu sadece ülkemiz için değil, aynı zamanda Avrupa Birliği ve hatta dünya için önemli bir gelişmedir.”

Hisarcıklıoğlu, Türkiye'nin AB müktesebatına uyum sürecini 2013 sonu itibariyle tamamlamaya karar verdiğini belirtirken, buna ilişkin programı da başlattığını kaydetti.

TOBB Başkanı, “AB, Türkiye'nin üyeliği için kendini hazırlamak durumunda. Bunun yolu, üyeliği belirsiz halde bırakmak değil” diye konuştu.

Hisarcıklıoğlu, birliğin ekonomi, ticaret, sanayi, KOBİ, çalışma hayatı, istihdam, birlik kurumları gibi temel politikaların tasarlanmasında, Türkiye'yi göz önünde bulundurmak durumunda olduğunu sözlerine ekledi.
Öte yandan Sanayi ve Ticaret Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Yavuz Cabbar, Odalar Birliğinde bir araya gelen 43 il sanayi ve ticaret oda başkanlarına verdiği seminerde, odaların, AB destek programına nasıl başvuracakları, nasıl Proje hazırlayacakları, proje hazırlamada nelere dikkat edeceklerini anlattı.
IMF ile program sonrası izleme 10 Mayıs'tan sonra başlar

Devlet Bakanı Mehmet Şimşek, IMF İcra Direktörleri Kurulu’nun 10 Mayıs’tan önce toplanarak mevcut stand-by’ın son gözden geçirmesini onaylayacağını belirterek, yeni anlaşmaya geçilmesinin bir-iki ay alabileceğini, bu süreçte 10 Mayıs’tan sonra program sonrası izlemeye geçilmesinin beklendiğini söyledi.

Şimşek, “IMF genelde stand-by düzenlemeleri bittikten sonra oturup program sonrası bir değerlendirme yapar. Kendi performansını değerlendirir. Bu, çalışmanın niteliğine bağlı olarak bir-iki ayı alabilir. Buna paralel olarak 10 Mayıs’tan sonra eğer hükümetimiz ihtiyati stand-by konusunda bir karar verirse o zaman ikisi de paralel gidebilir. Baz senaryo olarak; Türkiye 10 Mayıs’tan sonra program sonrası izlemeye geçecektir” dedi.

Devlet Bakanı Mehmet Şimşek, Ekonomi Muhabirleri Derneği’nin Özlem Doğaner başkanlığındaki yeni yönetim kurulu üyelerini kabulünde, ekonomiye ilişkin soruları yanıtladı. IMF Avrupa Direktörü Michael Deppler’in, Türkiye’nin yeni bir anlaşmaya ihtiyacı olmadığını söylediği anımsatılarak, bu açıklamanın ihtiyati stand-by anlaşmasının seçenekler arasından çıktığı anlamına gelip gelmediğinin sorulması üzerine Şimşek, “Hayır. O seçenek hala değerlendirilen seçenek” dedi.

Kamu sektörünün borçlanma ihtiyacı değerlendirildiği zaman, Türkiye’nin IMF’siz yoluna devam edebileceğinin daha önce söylediklerini ifade eden Şimşek, şunları kaydetti:

İHTİYATİ STAND-BY’IN VERECEĞİ MESAJ ÖNEMLİ

“Bu sene kamu sektörünün dış borç mesela diyelim ki toplamda 10 milyar dolar ödenmesi lazım, o çok rahat bir şekilde karşılanacak. IMF ile ihtiyati anlaşma yapalım mı yapmayalım mı değerlendirmesi oradan gelecek. Tahsil edilecek imkanla ilgiden çok acaba verilen mesaj itibariyle ihtiyati stand-by olursa daha mı iyi olur, daha mı kötü olur.”

Özel sektörün çok büyük bir borçlanmaya ihtiyacı olsa dahi IMF’nin özel sektörün borçlanma ihtiyacını karşılamadığına işaret eden Şimşek, 2001-2002 döneminin Türkiye için çok istisnai bir durum olduğunu anımsatarak, istisnai durumlar dışında özel sektörün durumunu iyileştirmeye yönelik veya kolaylaştırmaya yönelik IMF’nin görevi ve yaklaşımı olmadığını vurguladı.

KAMU SEKTÖRÜNÜN FİNANSMANA İHTİYACI YOK


“Buradaki tartışmalara şöyle yaklaşmak gerekir; Türkiye’nin şu anda IMF’den kamu sektörünü kast ediyorum finansman ihtiyacı yok” diyen Şimşek, kamu sektörünün net dış borcunun milli gelire oranının yüzde 1 olduğunu, bu rakamın 2002’de yüzde 35’ler civarın bulunduğunu söyledi. Süreci devam eden üç gözden geçirme çerçevesinde 3,7 milyar dolarlık kredinin kullanılacak olmasının nedeninin programda öngörülmesi olduğunu ifade eden Şimşek, şu değerlendirmede bulundu:

ŞOKLARIN YANSIMALARINA GÖRE ANLAŞMA

“Ama onun dışında IMF’den herhangi bir kaynak öngörüsü yok. Peki ihtiyati stand-by niye değerlendirilsin o zaman? Bütün mesele dünya çok sıkıntılı bir dönemden geçiyor; Türkiye de dünyadaki bu şokların bir takım yansımaları tabii ki olasıdır. Acaba bu süreçten geçerken ihtiyati stand-by yapılırsa içerdeki ve dışarıdaki genel olarak yatırımcılara daha güçlü bir mesaj verilir mi? Programın kredibilitesi açısından ülke menfaatine mi? Esas baz aldığımız nokta o. Dolayısıyla bizim buradaki bu konuda tartışmalar olsa da sonuç itibariyle kamu olarak IMF’den finans ihtiyacı görmediğimiz için normal bir stand-by ihtiyacımız olmadığını söylüyoruz. İhtiyati stand-by tamamıyla esneklik sağlayan verdiği mesaj itibariyle bir katkıda bulunacaksa o perspektifte bir değerlendirmeye tabi tutulur. Bütün olay bu.”

Kararın ne zaman verileceğinin sorulması üzerine Mehmet Şimşek, önce mevcut gözden geçirmelerin bitmesi gerektiğini ifade etti. Gözden geçirmeler konusunda bir mutabakata vardıklarını, niyet mektubunun gönderileceğini belirten Şimşek, şunları söyledi:

IMF KENDİ PERFORMANSINI DEĞERLENDİRECEK

“Muhtemelen 10 Mayıs’tan önce, bu program sona ermeden, icra kurulu toplanacak ve program başarılı bir şekilde sonuçlanmış olacak. Program zaten bitmeden ikinci bir programa ilişkin süreç başlamaz, olağanüstü şartlar dışında. IMF genelde böyle stand-by düzenlemeleri bittikten sonra oturup program sonrası bir değerlendirme yapar. Kendi performansını değerlendirir. Bu çalışmanın niteliğine bağlı olarak bir-iki ayı alabilir. Buna paralel olarak 10 Mayıs’tan sonra eğer hükümetimiz ihtiyati stand-by konusunda bir kanıya varırsa, bir karar verirse o zaman ikisi de paralel gidebilir. Baz senaryo olarak; Türkiye 10 Mayıs’tan sonra program sonrası izlemeye geçecektir. IMF bu performans değerlendirmesini yapacaktır. Biz de bu arada bu değerlendirmeler sonucunda karar vereceğiz.”

Şimşek, niyet mektubu üzerinde son rötuşların yapıldığını, yakında gitmesini umduğunu da sözlerine ekledi.

Ekonomiyi bekleyen riskler yeterince algılanamıyor

TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ, Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu Başkanlar Konseyi’nin Şanlıurfa’daki toplantısında yaptığı konuşmada, “Görünen o ki, bugün siyaset sahnesindeki kutuplaşma yüzünden Türkiye ekonomisini bekleyen riskler yeterince algılanamıyor ve bu riskleri iyi yönetmek için tatmin edici bir çaba gösterilemiyor” dedi.

TÜRKONFED Başkanlar Konseyi Toplantısı'ndan fotoğraflar...

Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu’nun (TÜRKONFED), 2008’in ilk Başkanlar Konseyi Toplantısı, Şanlıurfa Sanayici ve İşadamları Derneği’nin ev sahipliğinde Şanlıurfa’da yapıldı. Dedeman Oteli’ndeki toplantıya TÜRKONFED Başkanı Celal Beysel, TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ, Akbank Genel Müdürü Zafer Kurtul, bölge sanayici ve işadamları katıldı. Toplantının açış konuşmasını yapan TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ, iş dünyanın bu toplantılar nedeniyle dünden itibaren ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi konjonktürü tartışıp, yeni açılımlar aradığına değindi. Arzuhan Doğan Yalçındağ, siyaset sahnesindeki ‘çatışmalı ortam’ ile ilgili görüşlerini daha önce açıkladığını belirtip, yaptıkları sağduyu çağrısının geçerliliğini bugün de koruduğunu; gerilimin düşürülmesinin öneminin sürdüğüne işaret etti.

BÜYÜME YAVAŞLAMAKTA

Siyasi gerginliğin yavaşlayan bir ekonomi ve küresel çalkantı ile birleşmesi halinde ortaya daha vahim bir tablonun çıkacağının unutulmamasını isteyen TÜSİAD Başkanı, dünyadaki ekonomik krizin başlangıçta 300 milyar dolar olarak tahmin edilen zararının bugün 1 trilyon doları aştığına işaret ettikten sonra şöyle devam etti:
“Büyüme tahminleri sürekli aşağı doğru revize ediliyor. Dünya ticaret hacminin daralacağı öngörülüyor. Buna bir de gıda fiyatlarının aşırı yükselmesi ve bu gelişmelerin enflasyon rakamlarını olumsuz etkileme riskini eklememiz gerekiyor. Bu, işin bizim dışımızdaki boyutu. Bir de ekonomimizin iç dinamikler nedeniyle yavaşlamaya başlaması var. Ekonomik büyümemiz 2004 ortalarından itibaren yavaşlamaktadır. 2007’de ulaşılan yüzde 4.5’luk toplam büyüme ise kaybedilmiş olarak tanımlanan 1990’lı yılların büyüme ortalamasıdır. Yani ekonomik ve sosyal sorunlarımıza çare olmayacak bir büyüme oranıdır.”

“KOBİLER DE TEKLİYOR”

Arzuhan Doğan Yalçındağ, daralma sürecinin en temel nedeni olarak tüketimde görülen yavaşlamanın gelecek aylarda tüm reel kesime yansıyabileceği, reel kesimdeki sıkıntıların bankacılık sistemine doğru yaygınlaşmasının ise ekonomik yavaşlamayı daha da belirgin hale getirebileceği uyarısında da bulundu.

Salonda bulunan piyasanın içindeki insanlara sorulduğunda; yatırımların ertelendiği, ciddi nakit sıkışıklığı belirtileri, kapanan şirketler, satış ve siparişlerin düştüğünden söz edeceklerine vurgu yapan Arzuhan Doğan Yalçındağ, ‘ekonominin istihdam ve refah motoru’ olarak tanımladığı KOBİ’lerin de teklemeye başladığını söyledi.

“ÖNCELİK DOĞURGANLIK HIZINI ARTIRMAK DEĞİL”

Konuşmasında ocak ayı verilerine değinen TÜSİAD Başkanı, istihdam rakamlarına bakıldığında geçen yıla göre 278 bin azalma görüldüğünü söyledi.

İstihdamla bağlantılı olarak, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘Her aileye 3 çocuk’ söylemlerini de hatırlatan Arzuhan Doğan Yalçındağ, şöyle dedi:

“Türkiye genelinde işsizlik oranı yüzde 11.3’e, kentlerde ise yüzde 13.8’e ulaşmış durumda. Genç işsizlik oranımız yüzde 21. Gerileyen talep bu tablonun daha olumsuz bir hal almasına yol açabilir. İstihdam sorununu konuşurken, ‘her aileye 3 çocuk’ sloganına da değinmeden geçemeyeceğim. Nüfus bilimi, hemen hemen kesin projeksiyonlar yapabilen nadir alanlardan biridir. OECD ortalaması yıllık yüzde 0.69 iken, Türkiye’nin yıllık nüfus artışı yüzde 1.69 seviyesindedir. Yapılan projeksiyon çalışmalarına göre, Türkiye’nin nüfus artışı 2050 yılına kadar sürecek ve ondan sonra da sabitlenecektir. 2050 yılında ise nüfusumuzun yüzde 62’si 15-64 yaş grubu içinde yer alacaktır. Yani bugünden başlamak üzere, en az bir nesil süresince Türkiye’nin nüfusunun azalacağını ve çoğunluğunun yaşlılardan oluşacağını söylemek mümkün değildir. Türkiye’nin bugünkü önceliği doğurganlık hızını artırmak değil, ekonomisini ve beşeri sermayesini güçlendirmektir. Bu da eğitimle, üretimle olur. Bırakın doğurganlığın artırılmasını, nüfus artışının bugünkü biçimiyle sürmesi bile, eğer, üretim, istihdam ve eğitimde nicelik ve nitelik artışı sağlayacak politikalar devreye sokulamazsa, yoksunluk, yoksulluk ve cehaletin yanında, daha yüksek genç işsizlik oranı ve artan oranda bölgesel gelir dağılımı bozukluğu ile sonuçlanacaktır. Bu gerçekleri yok sayarak bilimsel hiçbir temeli olmayan bir söylemle ortaya çıkmanın kabul edilebilir bir yanı olmadığı açıktır.”

CARİ AÇIĞIN FİNANSMANI VE ENFLASYON


Kritik bir dönem yaşanırken, siyaset kurumundan daha özelli bir tutum beklediklerini kaydeden Arzuhan Doğan Yalçındağ, aksi takdirde ekonomide karşı karşıya olunan risklerin ve darboğazların aşılmasının çok daha güç olacağını vurgulayıp, konuşmasını şöyle sürdürdü:

“Örneğin sürekli artan cari açığın finansmanı hala çok önemli bir sorunumuz. En büyük ihracaat pazarımız olan AB’de talebin düşmesi Türkiye’nin ihracat artışını yavaşlatacak. Türkiye’nin ihracatının yarısından fazlasını yaptığı 10 ülkenin tamamında büyüme hızı 2008 ve 2009 yıllarında en az 1-2 puan gerileyecek. En çok ihracat yaptığımız ilk üç ülkede ise büyüme hızı en iyi ihtimalle yarıya düşecek. Bütün bunlar Türkiye’nin ihracat performansını kaçınılmaz olarak etkileyecek ve dış ticaret açığımızı büyütecek. Ayrıca, bu açığın finansmanı da zorlaşacak. Çünkü, hem portföy yatırımları, hem de birleşme ve satın almalar azalacak. Nitekim 2008’in ilk çeyreğinde dünya çapında birleşme ve satın almalar 652 milyar dolar ile geçen senenin aynı dönemine göre yüzde 40 düşüş gösterdi ve son dört yılın en düşük seviyesine indi. Ekonomideki bir başka sıkıntı da enflasyon cephesinde ortaya çıkabilir. Tüketici fiyatlarındaki artış yüzde 9.15 ile Mart ayında Merkez Bankası’nın güven aralığının dışına çıktı. Enflasyon beklentilerindeki bozulma ciddi oranda hızlandı. Buna en yüksek katkıyı da son yıllarda hızlı artma eğilimini sürdüren enerji fiyatları ile yakın dönemde sıçrayan gıda fiyatları yaptı.”

“AB MÜZAKERE SÜRECİ HEYECANINI YİTİRDİ”

Arzuhan Doğan Yalçındağ, içinde bulunduğumuz ekonomik daralma sürecinin kontrolü ve derinleşmesinin önüne geçilebilmesi amacıyla kullanılabilecek en önemli araçların AB Müzakere Süreci ve IMF Destekli Makro Uyum Programı olduğunu kaydetti.

Gelecek ay IMF Stand-By Anlaşması’nın süresinin sona ereceğini, AB Müzakere Süreci’nin ise uzun bir süredir heyecanını yitirdiğini bildiren TÜSİAD Başkanı Yalçındağ, “Geçmişte çok önemli bir rol üstlenmiş olan bu araçlarının ikisinin birden zayıflaması, Türkiye ekonomisi için büyük bir risk yaratıyor” diye konuştu.

ÖNERİLERDE BULUNDU

Bu nedenle, öncelikle, IMF ile yapılacak bir tür stand-by anlaşmasının bir an önce açıklanmasının, çıpalardan hiç değilse bir tanesinin yeniden tesis edilmesi anlamına geleceğini belirten Arzuhan Doğan Yalçındağ, şunları söyledi:
“Dezenflasyon sürecinin devamlılığının sağlanması mutlaka ana politika olmalı ve maliye politikası, Merkez Bankası’nın bu süreci yönetmesine yardımcı olmalıdır. Tabi hepsi bundan ibaret değil. Yeni bir büyüme stratejisi oluşturulması, sektör-bölge-proje temelli bir sanayi destek politikasının benimsenmesi ve iletişimin iyi yapılması; para politikasının değişen uluslararası konjoktüre uyum sağlamaya imkan verecek esnekliğe sahip olması; bütçe açığının kontrol altında tutulması; eksik ya da başarısız kalan reformların yeniden gündeme alınarak, beklenti ve risk yönetiminin iyi yapılması; KOBİ’leri destekleyecek bölge, sektör ve işletme bazında düşünülmüş mikro reformların devreye alınması; küresel fiyat ve ticaret dengeleri çernçevesinde tarımsal ürün yapısının yeniden oluşturulması; tarımda, gümrük vergilerinden ve fiyat destekleme politikalarından kaçınarak doğrudan gelir desteğinin daha iyi uygulanması; ertelenmiş yapısal sorunların çözülmesi; öncelikle GAP bölgesinin sulama altyapısının tamamlanması için gerekli kaynakların ayrılması ve özellikle kamu yönetiminin, kadrocu zihniyetten uzaklaşarak, ülkenin en iyi insan sermayesini değerlendiren bir yapıya kavuşturulması da sözünü ettiğimiz önlemlere eklenmelidir. Bu önlemleri zamanında ve eksiksiz devreye sokabildiğimiz takdirde, dünya ekonomisindeki olumsuz gidişatı en az hasarla atlatarak tekrar yüksek büyüme patikasına geri dönmemiz mümkün olacaktır.”

POLİTİK ŞEKİLLENMELERİMİZDEN VAZGEÇMELİYİZ”

AB sürecinin, Türkiye’nin mikro ekonomik reformları gerçekleştirmesinde de çok temel bir çerçeve sunduğunu anlatan Arzuhan Doğan Yalçındağ, bu sürecin, tekrar tüm hızıyla yürütülüyor olması, hem Türkiye içinde hem de Türkiye dışında, beklentilerin olumluya dönmesinde belirleyici olacağını kaydetti.

Bu yüzden AB sürecine destekleri de tepkilerimizi de kısa vadeli politik gelişmelere göre şekillendirme alışkanlığından vazgeçmek zorunda olunduğunu belirten Arzuhan Doğan Yalçındağ, “AB’ye tam üyelik yolunda yürümek, kimsenin bize dayattığı bir şey değil, toplumumuzun refah, demokrasi ve sosyal gelişme özleminin bir ifadesidir Bu özlemin gereklerini yerine getirme çabalarını engellemeye çalışmak ülkenin geleceğini ipotek altına koymakla eşdeğerdir” dedi.

“LAİK YAPIYA İLERİ DERECEDE GÜVENCE”

Siyasette ve toplumda uzun süredir görülmeyen bir kutuplaşma içinde olunduğunu da vurgulayan Arzuhan Doğan Yalçındağ, “Küresel çalkantı ortamında yavaşlayan bir ekonomi, ciddi riskleri yönetmemizi gerekli kılıyor. Böyle bir ortamda kutuplaşmayı sürdürmekte ısrar etmek, herkesin kaybetmesi anlamına gelecektir. Oysa siyaset, herkesin kazanacağı formülleri üretme sanatıdır. İlk önce kuvvetler ayrımına dayalı, laik yapısı ileri derecede güvence altına alınmış, bireysel ve kolektif hakları çağdaş ölçülerde geliştirilmiş, hukuksal temeli ve yargı bağımsızlığı güçlendirilmiş demokratik bir Türkiye üzerinde mutabakat sağlamalıyız. Bu çabalarımızı sürdürürken, eş zamanlı olarak, ekonomik gündeme ve reformlara odaklanmalı, ekonomimizi, dış şoklara karşı daha dirençli ve ilk uygun fırsatta atılım yapacak hale getirmeliyiz” diye konuştu.

Bunlara paralel olarak, siyasette ve kamu yönetiminde, kadınlara ön planda yer veren bir tutum sergilenmesini kaydeden Arzuhan Doğan Yalçındağ, şunları söyledi:
“Ülkenin en iyi insan sermayesini, topluma ve dünyaya güven verecek şekilde, liyakat ilkelerini temel alan bir anlayışla kullanabilmeliyiz. Bu noktalardaki başarımız bizi ister istemez Avrupa ile olan ilişkilerimizde rahatlatacak ve Türkiye, siyasi disiplin ve saydamlık içinde AB ile müzakerelerini sürdürebilecektir. Nihai Hedefimiz, Türkiye’nin ‘yükselen bir ülke’ olmaktan gelişmiş bir ülke olmaya doğru ilerlemesini hızlandırmak olmalıdır. Her zaman söylediğimiz gibi, TÜSİAD bu doğrultudaki gayretleri, hangi yönden gelirse gelsin, desteklemekten geri durmayacaktır.”

KONUKLARA SIRA GECESİ

TÜRKONFED yöneticileri onuruna Dedeman Oteli’nde Şanlıurfa Sanayici ve İşadamları Derneği’nin (ŞUSİAD) ev sahipliğinde geleneksel sıra gecesi düzenlendi.

Sıra gecesine Arzuhan Doğan Yalçındağ’ın yanı sıra Şanlıurfa Valisi Yusuf Yavaşcan, Belediye Başkanı AKP’li Ahmet Eşref Fakıbaba, Şanlıurfa Ticaret Odası Başkanı İsmail Demirkol, TÜRKONFED Başkanı Celal Beysel ve Doğu ve Güneydoğu Sanayici ve İşadamları Federasyonu (DOGÜNSİFED) Başkanı Şeyhmus Akbaş ile çok sayıda işadamı katıldı.

Konuklara ŞUSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Fethi Baytekin tarafından plaket verildi. Arzuhan Doğan Yalçındağ da, Vali Yusuf Yavaşcan’a toplantıya katkılarından dolayı bir plaket verdi. Şanlıurfa Belediyesi sıra ekibinin seslendirdiği Urfa türküleri eşliğinde unutulmaz bir gece yaşayan Arzuhan Doğan Yalçındağ, gelen konukların masalarını tek tek dolaşarak, işadamlarıyla tokalaştı.

VALİ’DEN HEDİYE MIRRA TAKIMI
Toplantı öncesinde Şanlıurfa Valisi Yusuf Yavaşcan, beraberinde getirdiği üç mırra takımını TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ, TÜRKONFED Başkanı Celal Beysel ve Akbank Genel Müdürü Zafer Kurtul’a hediye etti. Bakır işlemeli cezve ve fincanlardan oluşan mırra takımının sunulması sırasında Vali Yavaşcan, konuklara mırra kahvesinin tarihçesini anlatıp, bilgiler verdi.

 

 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
  DÖVİZ KURLARI

 

 

  MÜZİK ÇALAR
  HAVA DURUMU
  İL İL TÜRKİYE TANITIMI
Bugün 72 ziyaretçi (112 klik) kişi burdaydı!
website counter Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol